DENİZLİ KAHRAMANLARI
- Ahev

- 15 Kas
- 16 dakikada okunur

Denizli Hapsi ve
Gayb-Âşina Bir İşaretin Tecellisi
Denizli hadisesine yol açan, kader-i İlâhînin ardı ardına sevk ettiği iki kilit hadise şöyledir:
Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin çileli hayatının bir zirvesi olan 1943 Denizli Hapsi, sıradan bir adlî süreç değil, Kader-i İlâhînin bir hükmü olarak İman ve Kur'an davasının kaderini belirleyen azametli bir imtihan-ı Rabbanîydi.
Bu musibetin zahirî sebebi, Risale-i Nur'un nuranî yayılışından endişe eden zındıka ve siyasi cereyanların kışkırtmalarına dayanırken, manevi ve hakiki sebebi ise büyük bir hakikatin tescil ve tasdikiydi.

Homa Kahramanları 1943
1) Homa Hadisesi ve Beşinci Şuâ'nın Müsaderesi
Denizli davası, 28-29 Ağustos 1943 günlerinde, Denizli'nin Çivril ilçesine bağlı Homa nahiyesinde başlamıştır. Olayın fitili, Atıf Egemen ismindeki bir Nur talebesinin ve birkaç arkadaşının üzerinde yapılan aramalarda, el yazma tek bir nüsha Beşinci Şuâ Risalesi'nin bulunmasıyla ateşlenmişti.
Siyasi Boyutu: Bu küçük hadise, sanki Türkiye çapında büyük bir siyasi hareket varmışçasına bir algı oluşturmuş; Ankara Hükûmeti, yurt çapında Risale-i Nur'la alâkadar olan herkesi toplattırma emrini vermiştir.
Beşinci Şuâ'nın Ehemmiyeti: Bu risale, bilhassa "ahirzamanda meydana gelecek dehşetli hadiselere ve şahıslara ait hadîs-i şerîfleri" ilmi olarak izah eden, son derece mühim bir eserdir. Bu eserin mahkeme evrakına girmesi, siyasi çevreleri ciddi derecede tedirgin etmiştir.
2) Âyetü'l-Kübra'nın Basımı ve Sevk-i İlâhî
Homa Hadisesi'nin olduğu sırada, Kahraman Tahirî Mutlu Ağabey'in büyük bir fedakârlıkla İstanbul'da, imanın en kuvvetli delillerini kâinat kitabını okuyarak ispat eden o muhteşem "Yedinci Şuâ: Âyetü'l-Kübra Risalesi'ni eski harflerle matbaada tab' (basım) etmesi, hadiseyi fevkalâde bir surette umumîleştirmiştir.
Karışıklığın Sebebi: Ehl-i garaz ve kıskanç çevreler, bu iki hadiseyi birbirine karıştırarak, "Güya Kanun-u Medeniyeye karşı o Beşinci Şuâ tabedilmiş!" yalanıyla mahkemeyi ve siyasi baskıyı derinleştirmişlerdir.
Sevk Edilen Kahramanlar: Kastamonu, Ankara, İstanbul, Isparta, Denizli ve Antalya'dan toplanan (126) seçkin Nur talebesi Denizli'ye nakledilerek, Üstad ile birlikte idam talebiyle yargılanmaya başlanmıştır. Bu sevk emriyle, beraate vesile olacak olan Âyetü'l-Kübra eseri, davanın en kritik delili haline gelmiştir.

Bediüzzaman Hazretlerinin Denizli Süreci
Denizli Sürgünü ve Hukuk Zaferi
65 Yaşında Gelen Yeni Bir Çile Durağı
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin hayatı, iman ve Kur’an hizmeti uğruna çekilen çilelerle doludur.
Bu çileli yolculuğun en mühim duraklarından biri de Denizlidir.
1943 yılının ağır siyasî şartlarında, 65 yaşındayken, asılsız suçlamalarla başlatılan bir soruşturma sonucu Üstad ve talebeleri Denizli’ye sevk edildi.
Tarih 20 Eylül 1943’tü.
Bu sevk, yalnız bir mahpusiyet değil; aynı zamanda Risale-i Nur hizmetinin yeni bir safhasının başlangıcı olacaktı.
Denizli Hapishanesi: Tecritte Diriliş
Üstad Bediüzzaman, Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanmak üzere tecrit edilmiş,
“ufunetli, rutubetli, soğuk bir koğuşa” konulmuştu.
Amaç, onu susturmak ve maneviyatını kırmaktı.
Fakat zulmün şiddeti, imanın kudretini daha da parlatmıştı.
Üstad, o zindanı bir hizmet mahalline çevirdi.
Bir mektubunda şöyle der:
“Denizli, nazarımızda ikinci bir Isparta hükmüne geçtiği gibi, hapishanesini dahi bir Medrese-i Nuriye manasında biliyoruz.”
(Emirdağ Lâhikası – I,61)
Zahiren zindan olan bu mekân, onun nazarında bir tefekkür ve tahkik menziline dönüşmüştü.
Talebelerine sabır, metanet ve teslimiyet dersi veriyor;
mahpusların kalplerinde iman nuru uyanıyordu.

Parlayan Nurlar: Denizli’de Bir Müjde
En ağır şartlar içinde, talebeleri idam tehdidi altındayken Üstad şöyle muştuladı:
“Merak etmeyiniz kardeşlerim, o Nurlar parlayacaklar.”
(Şuâlar, s. 315 – Haşiye: Denizli hapsinde söylenmiştir.)
Bu söz, kısa zamanda tahakkuk etti.
Denizli hapishanesi, imanla aydınlandı; Risale-i Nur’un hakikatleri, zindan karanlığını nura çevirdi.
Zindanın Meyvesi: Bir Şaheser Doğuyor
Denizli hapsinin manevî meyvesi, sonradan Asâ-yı Mûsa mecmuasında yer alan ve on bir meseleden oluşan Meyve Risalesi’dir (On Birinci Şuâ).
Kağıt dahi yasakken, Üstad bu eseri iki Cuma günü gibi kısa bir sürede telif etti.
Talebeleri, bu risaleyi gizlice çoğaltarak mahpuslar arasında yaydılar;
hapishane bir ıslahhaneye, bir Medrese-i Nuriyeye dönüştü.
Hukuki Zafer
Dokuz ay süren çileli yargılama, adaletin tecellisi ile sona erdi.
15 Haziran 1944’te Denizli Ağır Ceza Mahkemesi, 199/136 sayılı kararla oybirliğiyle beraat hükmü verdi.
Bu karar, yalnız sanıkların serbest kalması değil;
aynı zamanda Risale-i Nur’un imanî bir eser olduğunun resmî tescili idi.
İmam-ı Ali (R.A.)'nin Gayb-Âşina İşareti ve Duasının Tecellisi
Bu çetin imtihanın manevi ve batınî sırrı ise, Hz. Ali'nin (r.a.) asırlar öncesinden yaptığı gaybî bir işaretle tecelli etmiştir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri'nin de Risale-i Nur'da beyan ettiği gibi:
"İmam-ı Ali (R.A.) gayb-aşina nazarıyla bu risaleyi görmüş, 'Kaside-i Celcelutiye'sinde bu risalenin ehemmiyetine ve makbuliyetine işaret edip
وَبِالْاٰيَتِ الْكُبْرٰى اَمِنّ۪ى مِنَ الْفَجَتْ
fıkrasıyla onu şefaatçi yaparak dua etmiştir." (Tarihçe-i Hayat - 323)
Bu ifadenin manası, "Âyetü'l-Kübra hürmetine, beni ansızın gelen felaketlerden emin kıl (kurtar)!" demektir.
İşte bu risalenin mahkemece tedkiki neticesinde, Denizli ve Ankara Ağır Ceza Mahkemeleri'nin tedkikatı sonrası ittifakla beraat kararı vermesi, Hazreti İmam-ı Ali'nin (r.a.) bu gaybî duasının İlâhî bir kabulü ve beraatinin Âyetü'l-Kübra vesilesiyle gerçekleştiğinin en parlak ispatı olmuştur.
Denizli Hapsi, böylece, Âyetü'l-Kübra'nın delaletiyle, siyasetin zindanından hukukun ve imanın zaferle çıktığı, tarihe bir mühür vuran, mukadderatın sırrını taşıyan eşsiz bir imtihan-ı azîm olmuştur
Bediüzzaman hazretleri bu hükmü, şahsî bir kurtuluştan ziyade, Kur’an’a hizmet eden bir hakikatin ilânı olarak gördü.
Bu beraat, Nur hizmetinde yeni bir devrin kapısını açtı.

Beraat Sonrası Denizli’de Kısa Bir Konaklama
Tahliyeden sonra Üstad, Ankara’dan yeni bir ikamet emri gelene kadar yaklaşık iki ay Denizli’de kaldı.
Bu süre zarfında Denizli Şehir Oteli’nde misafir edildi.
Burada, sadık talebeleriyle —bilhassa Hasan Feyzi Yüreğil ve Avukat Ziya Sönmez gibi abilerle— yeniden buluştu.
Bu buluşmalar, Nur hizmetinin gönül bağlarını kuvvetlendirdi.
Emirdağ’a Sevk ve Denizli’nin Mirası
Ağustos 1944’te Emirdağ’a sevk edilen Bediüzzaman Hazretleri’nin Denizli’deki ikameti sona erdi;
fakat bu şehir, Risale-i Nur tarihinde daima bir “nur menbaı” olarak kaldı.
Denizli, yalnız bir hapis ve sürgün durağı değil;
Meyve Risalesi’nin doğduğu, bir hukuk zaferinin kazanıldığı
ve nice sadık talebelerin yeşerdiği manevî bir merkez oldu.
“Evet, Denizli, zahiren bir zindan; hakikatte bir medrese hükmüne geçti.
O zindandan doğan nurlar, bütün memlekete yayıldı.”
Hâfız Ali Ergün: Nur’un Şehid Kahramanı

Hâfız Ali Ergün (r.h), 1898’de Isparta’nın İslamköy’ünde dünyaya gelmiş, küçük yaşta Kur’ân-ı Kerim’i hıfz ederek ilim yolunda temayüz etmiştir. Risale-i Nur’la tanıştığı andan itibaren tüm hayatını Kur’ân’a ve iman hizmetine vakfetmiş, İslamköy’deki mütevazı evini âdeta bir matbaaya çevirmiştir.
Hâfız Ali Abi (r.h) “Tek başına bir matbaa, bir fabrika gibi çalışmış, yazdığı on binlerce sayfa Risale-i Nur bütün Anadolu’ya yayılmıştır.”
Üstad Bediüzzaman, onun bu fedakârlığını “Nur Fabrikasının sahibi” unvanıyla taltif etmiş ve ihlasını şu misalle övmüştür:
“Hafız Ali... ötekinin hattının kendisinden iyi olduğunu söylediğimde kemal-i samimiyetle memnun oldu.”
Bu hâli, Risale-i Nur talebeliğinin ruhuna nakşolunan “fena fi’l-ihvan” hakikatinin canlı bir misali olmuştur.
Denizli Zindanı: Fedakârlığın Zirvesi
1943 yılında Üstad ile birlikte tutuklanıp Denizli hapsine sevk edilen Nur talebeleri arasında Hâfız Ali Abi de bulunmaktaydı. Hapishanedeki eziyet, açlık, soğuk ve tecrit şartları içinde bile Hâfız Ali Abi’nin şevki sönmedi. Kibrit kutularına varıncaya kadar risale yazdıkları o günlerde, o da bütün ruhuyla Meyve Risalesini yazmaya koyuldu.
Adeta hapishane bir medrese, bir matbaa oldu.
Bu Medrese-i Yusufiyede Hâfız Ali Ağabey yalnız yazmakla kalmadı; mahpusların irşadına da vesile oldu. Denizli’de Nur’un zuhuruyla katiller bile namaza başlamıştı.
Üstada Bedel Şehadet
Üstad zehirlendiğinde hiçbir şey yapamamanın hüznüyle yanan Hâfız Ali ağabey, koğuştaki abileri toplar ve şöyle dua eder:
“Ya Rab! Eğer Üstadımızın eceli geldiyse onun yerine benim canımı al; ona sıhhat ver.”
Bu samimi yakarışın ardından kısa süre içinde hastalanır ve 7 Mart 1944’te şehid olur. Bediüzzaman Hazretleri onun hakkında şöyle buyurur:
“Ben merhum Hâfız Ali’yi unutamıyorum... Zannederim, o merhum benim yerimde gitti.”
Ve yine:
Risale-i Nur'un bir şehid kahramanı olan merhum Hâfız Ali, hapiste Meyve Risalesi'ni kemal-i aşkla yazarken ve okurken vefat edip kabirde melaike-i suale mahkemedeki gibi Meyve hakikatlarıyla cevab verdi.
Beraatten Sonra İlk Ziyaret
Denizli beraatinden sonra Üstad hazretlerinin yaptığı ilk iş, Hâfız Ali Abi’nin mezarını ziyaret etmek oldu. Yeşillikler içindeki kabri başında gözyaşlarıyla dua etti ve mezar taşına kendi eliyle şunu yazdı:
“Risale-i Nur Talebelerinin Bayraktarı, Şehid Merhum Hâfız Ali.”
Bu vefanın semasında bir yıldız parladı; Üstad onu işaret ederek,
“Bu şehid bir yıldızdır.”
buyurdu.
Denizli’nin Ruhunda Bıraktığı Miras
Üstad, onun şehadetiyle Denizli hizmetinin inkişaf ettiğini şöyle haber verir:
“Hâfız Ali gitti, Denizli onun yerine geldi.”
“Şehid merhum Hâfız Ali o tarlada toprak altına girdi; otuz-kırk Hâfız Ali’leri sümbül verdi.”
Gerçekten de Denizli, kısa zamanda Nur’un bir merkezi hâline geldi; mahpushane bir “Medrese-i Nuriye” oldu.
Hâfız Ali ağabey, Risale-i Nur talebeliğinin en parlak simalarından biridir. Hayatı ihlas, sadakat ve tam teslimiyetle örülüdür. Denizli hapsindeki fedakârlığı, duası, Üstad’a bedel şehadeti ve bıraktığı ziyadar miras, asırlara şamil bir kahramanlık timsalidir.
Allah ondan razı olsun. Onun gibi ihlas kahramanlarının yolundan gitmeyi bizlere nasip etsin. Âmin.
Hasan Feyzi Yüreğil: Nur’un Şehid-i Sâdıkı

Hasan Feyzi Yüreğil (r.h) 1895 yılında Denizli’nin Yüreğil köyünde dünyaya gelmiş, hayatını ilme, irfana ve manevî hizmete adamış bir muallim, bir şair, bir gönül sultanıdır. Melâmî tarikatından gelen, hem zahirî ilimlerde hem batınî feyizlerde terakki etmişti. Ancak hakikî nasibi, Risale-i Nur’la tanışmasıyla tecellî etti.
Üstad Hazretleri Denizli’ye getirildiğinde şehir adeta çalkalanmıştı. “Büyük bir âlim geldi!” sözü, gönlünde yıllardır beklediği haberi hatırlattı. Zira şeyhi kendisine vasiyet etmişti:
“Ahir zamanın vazifelisi gelecektir. Onu bulursan tabi ol.”
Risaleler eline geçince, her satırında o müjdeyi gördü. Mahkeme zabıt kâtibinden (muharrem abi) aldığı risaleleri satır satır okudu, Nurların feyzi kalbine ilmik ilmik işleniyordu.
Tahliyeden sonra Üstad’ı otelde ziyaret eder. Haber verilen bütün sıfatları Bediüzzaman’da görünce heyecanlanır. Vasiyette tarif edilen zat’ın kendisi olduğunu, tabi olmak istediğini söyler. Hazret-i Üstad “Yok kardeşim, ben o değilim, galiba sen yanlış geldin…” minvalinde cevap verir… Oradan ayrılan Hasan Feyzi murakabeye başlar.
Üstad’ın sözlerini hatırlar : “O zat geldiğinde şu şu vazifeleri yapmak ister. Fakat onlar içerisinde iman her şeyden üstün olduğu için iman vazifesini esas alır.” Risaleleri düşünür.
Her bir cümlesi, iman esaslarını şimdiye kadar görülmedik bir tarzda ispat edip ders vermektedir.. Veda esnasındaki sahne ve son cümleler hafızasında tekrarlanır : ”Hocan haklı olabilir, bende öyle birini bekliyorum. İnşaallah risaleleri oku, beraber hizmet edelim, O’na zemin hazırlayalım…” Üstad’ın eli, Hasan Feyzi’nin başını üç defa mesheder : “O gelince senin başını ‘Maşaallah, Maşaallah, Maşaallah’ diyerek sıvazlar…”
Tekbir getirip ayağa fırlar. Murakabeden sıyrılıp kendisiyle konuşmaya başlar : “Şeyhimin dediği gibi ‘Ben o değilim’ diyerek reddetti. ‘O gelince senin başını sıvazlar’ dedi ve sıvazladı, ‘Üç kere Maşaallah der’ dedi, onu da yaptı!... Yahu, bu zat: bana kendini tarif etmiş!... Şeyhimin haberi aynen çıkmış işte!... Muhakkak O zat; Bediüzzaman’dır!”
Doğruca Üstad’ın yanına gider. Üstad; “Geldin mi Hasan, gene mi geldin?” diyerek tebessümle karşılar. O da elini öpüp Bediüzzaman’a intisap eder.. Şeyhlikten feragat eder. Müridlerini toplayarak, tarihe ve gönüllere bir şeref levhası gibi düşen ibretli konuşmasını yapar: “Bu tarikat meselesi benim için burada bitmiştir! Zamanın Müceddidi buraya geldi, şimdi vazife O’nundur! Ben Şeyhim’in vasiyetine uyarak O’na tabi oluyorum, tarikatta kalmak isteyen kendine şeyh bulsun. Benim arkamdan gelmek isteyenler gelsin, Bediüzzaman’a talebe olsunlar!...” Şeyhlerinin, şeyhine ve vasiyetine sadakatinden mest olan müridler de aynı sadakatle “Peşindeyiz Şeyhim!” deyip izinden giderler. Bu tecelli; Büyük Şeyh’in de Nur’a intisabıdır aynı zamanda… Yıllardır tarikat dersi alan müridler; bütün tarikatların maksudu olan “Hakikat” dersine Risale-i Nur’ları okuyarak erişirler. Nur’un talebesi ve naşirleri olurlar..
Böylece Denizli’nin manevî iklimi, onun bir asır önce verilen müjdeye kavuşmasıyla nurlandı.
Denizli’nin Nur Kahramanlığı
Üstadın beraatinden sonra, Denizli’de hizmetler kısa sürede büyüdü. Bu inkişafın öncüleri arasında Hasan Feyzi Abi vardı. Üstad ona “Denizli’nin Hüsrev’i” dedi ve sık sık methetti:
-“Hâfız Ali’nin tam bir vârisi…
- Denizli’nin bir Hüsrev’i…
-Risale-i Nur’un kahramanlarından…”
O, sıradan bir okuyucu değil, Nurların ruhuna nüfuz eden bir kalemdi. Yazdıkları Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinden sanki süzülüp gelirdi. Üstad bir gün Sungur abiye şöyle buyurdu:
“Senin kalbinin derinliklerinde olanlar, Hasan Feyzi’nin gözü önündeydi.”
Üstada Bedel Can Adaması
Hasan Feyzi abi de Hâfız Ali abi misullü Üstadına muhabbetinin en ileri derecesini gösterdi. Bizzat kendi beyanıyla:
_ “Dahi nezrim bu ki, canım sana kurban olacak.”
O söz sadece bir temenni değil, kaderin hükmüne dönüşen bir duaydı. Çok geçmeden, 13 Kasım 1946’da Hakk’a yürüdü. Bediüzzaman hazretleri, onun vefatını işittiğinde şu cümlelerle ona şehadet mührünü vurdu:
’’Merhum Hasan Feyzi kardeşimiz, aynen şehid merhum Hâfız Ali misullü, bir mektubunda dediği gibi: "Dahi nezrim bu ki, canım sana kurban olacak!" dediğini tasdiken üstadına bedel şehid olup, şehid kardeşi büyük Hâfız Ali'nin yanına gitmiş. Bu zât-ı zülcenaheyn, ehl-i kalb ve gayet yüksek bir ehl-i ilim ve hakikat, otuz sene muallimlik perdesi altında imana hizmet etmiş ve on seneden beri Risale-i Nur'u elde edip, gizli perde altında çalışmış. Sonra da iki sene zarfında doğrudan doğruya Risale-i Nur'un yüksek hakikatlarını ve kemalâtını çekinmiyerek ruh u canıyla herkese ilân etmiştir. Cenab-ı Hak, Risale-i Nur'un herbir harfine mukabil onun ruhuna ve Âlem-i Berzahtaki Nurcu arkadaşlarının ruhlarına binler rahmet eylesin. Âmîn, âmîn, âmîn.’’
Hasan Feyzi Ağabey, Denizli'nin iman hizmeti tarihinde bir güneş gibidir. Onun teslimiyeti, cesareti ve samimiyeti, Üstada öyle tesir etmiştir ki:
“Benim ikinci bir ruhum hükmünde.”
ifadeleri onun hakkında yazılmıştır.
Denizli Defteri’nde adı, “hakikat kahramanı” olarak altın harflerle yazılıdır. Tarikat ehlinin rehberi iken hakikat nuruna talebe oluşu, nesillere bıraktığı en büyük derstir.
Bir Dua, Bir Hatıra, Bir Mühür
Onun Üstada yazdığı o ayrılık şiirindeki son beyti, hâlâ Denizli ufkunda yankılanır:
“Bab-ı feyzinden ırak olmayı asla çekemem;
Dahi nezrim bu ki canım sana kurban olacak.”
O dedi, Rabb-i Rahîm kabul etti.
Denizli toprakları bir Hâfız Ali aldı; arkasından bir Hasan Feyzi sümbül verdi. Bugün ise o topraklardan fışkıran yüzlerce, binlerce hizmet eri, o büyüklerin duasının meyvesidir.
Allah onlardan razı olsun. Allah bizi onların ihlas ve sadakat yoluna layık eylesin. Âmin.
Yakup Cemal Abi (Yakup Özkan)

1900 yılında Denizli’nin Moran (bugünkü Yenibağlar) Köyü’nde doğan Yakup Cemal Ağabey, genç yaşta Devlet Demiryolları’nda memur olarak çalışmaya başlamıştı. 1929’da Isparta Kuleönü istasyonunda görev yaparken, kader onu Risale-i Nur’un nuruyla buluşturdu. Barla’da bulunan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’ni o yıllarda ziyaret etti ve hayatının yönü tamamen değişti.
Osmanlıca yazı bilen, tertipli, dikkatli bir kimseydi. Üstad İle tanışır tanışmaz Risaleleri yazmaya başladı. Kalemiyle hizmette o kadar sebat etti ki, neredeyse elli sekiz yıl boyunca Risale-i Nur’un çoğaltılması ve neşrine devam etti. Üstad, onun bu yazı hizmetini çok takdir etmiş ve mektuplarında ismini “sâdık, gayretli, kalemiyle hizmet eden kahraman” olarak zikretmiştir.
Bir mektubunda şöyle buyurur:
“Yazıda merhum Âsım’a benzeyen Yakub Cemal’in hayatta olduğunu ve Nurlarla hizmet ettiğini gösteren bir mektubunu aldım, elhamdülillah dedim.”
Bir başka mektubunda ise:
“Kahraman Nazif’in ve Yakub Cemal’in kanaatlarına biz de iştirak ediyoruz.”
Bu cümleler, Üstad’ın onu hem sadakat hem basiret yönüyle takdir ettiğini gösterir. Onun kalemi, bir daktilo değil, âdeta bir hizmet kandili gibiydi. Geceleri el yazısıyla Risaleleri çoğaltır, sabah olunca işine giderdi. Polis takibi ve baskılara rağmen hizmetten asla vazgeçmedi.
Denizli Nur hizmetlerinin kökleşmesinde Yakup Cemal Ağabeyin emeği büyüktür.
1960’ta emekli olduktan sonra da hizmetine devam etti; ömrünün sonuna kadar Risaleleri yazmaya, çoğaltmaya, gençleri bu davaya teşvik etmeye devam etti. 1 Temmuz 1987’de Nazilli’de vefat etti, ardından Denizli Kabristanı’na defnedildi.
Yakup Cemal Ağabey, ömrünü bir kalemle geçirmişti ama o kalem, bir ömürden fazlasını yazdı: Nur’un sadık bir hizmetkârının adını, iman hizmetinin tarihine nakşetti.
Allah ondan razı olsun.
Hâkime-i Adil Hesna Şener

1903’te Isparta’nın Senirkent ilçesinde doğan Hâkime Hesna Şener, Cumhuriyet döneminin ilk kadın hâkimlerinden biridir. Fakat onu asıl yücelten, adalet kürsüsünde gösterdiği imanlı duruştur. 1943’te Bediüzzaman Said Nursî hazretleri ve talebelerinin yargılandığı Denizli davasında görev almış, baskılara rağmen hakkı savunmuş, beraat kararında imzası bulunan hâkimlerden biri olmuştur.
O dönemde birçok kişi korku ve menfaatle susarken o, vicdanının sesini dinlemişti. Risaleleri okuyup incelediğinde, bu insanların din ve ahlak hizmetinden başka gayeleri olmadığını anlamış ve adaletin tarafında yer almıştı. Bediüzzaman onun bu cesaretini şöyle taltif etti:
-“Ben onun ismini gavsların, kutupların yanına yazdım; ona ben onlarla beraber dua ediyorum. Erkekler korktu, ama o kendisini ortaya koyarak Kur’ân davasına taraftar çıktı.”-
Bu söz, onun ihlas ve sadakatini gösterir. Zira Hesna Hanım, mesleğini yalnızca bir geçim vasıtası değil, hakikatin tecellisine vesile olacak bir hizmet kapısı olarak görmüştü.
Hayatının geri kalanında da sade bir ömür sürdü, evlenmedi, mesleğinde dürüstlüğüyle tanındı. 1975 yılında vefat ettiğinde geride ne makam ne mal bıraktı; yalnızca imanla yoğrulmuş bir adalet mirası bıraktı.
Hâkime Hesna Şener, Nur hizmeti tarihinde “adil hâkime” olarak anıldı. Onun hayatı bize şunu hatırlatır: Adalet imanla birleştiğinde hakikate dönüşür; niyet ihlasla birleştiğinde ibadet olur. O da mesleğini bir ibadete çevirdi, Kur’ân davasına sessiz ama sarsılmaz bir sadakatle hizmet etti.
Allah ondan razı olsun.
Avukat Yusuf Ziya Sönmez

(1905 – ?)
Denizli’nin iman hizmeti tarihinde adı hürmetle anılanlardan biri,
Avukat Yusuf Ziya Sönmez dir.
1943’teki Denizli Mahkemesi’nde Üstad’ın müdafaasını üstlenmiş, Risale-i Nur’un hakikatlerini büyük bir cesaretle savunmuştur. Mahkeme heyeti önünde hakkı konuşmaktan çekinmemiş, iman hizmetine karşı yapılan ithamlara hukukî delillerle cevap vermiştir.
Bediüzzaman Hazretleri bu hadiseden sonra Emirdağ Lâhikası’nda şöyle buyurur:
-“Çoktan beri ruhuma ihtar edilmişti ki: ‘Ziya’ namında birisi Risale-i Nur’a büyük bir hizmet edecek. Bu mesele gösterdi ki, o Ziya bu Ziyadır.”
(Emirdağ Lâhikası)
Üstad’ın bu ifadesi, onun manevî bir işaretle Yusuf Ziya Bey’in hizmetini önceden hissettiğini, sonra da bu gerçekleşince o işareti tasdik ettiğini gösterir.
Yusuf Ziya Bey, hayatı boyunca Risale-i Nur’un müdafaasında sebat etmiş, Üstad’ın ifadesiyle “isminin manasına layık bir Ziya” olarak hizmet etmiştir.
Hâfız Mustafa (Mustafa Hilmi Kocayaka)

1893’te Burdur’un Kocayaka Köyü’nde doğan Hâfız Mustafa, zahire ticareti ve maden eksperliğiyle uğraşan, Denizli’nin dürüst ve itibarlı tüccarlarından biriydi. “Yakalı Hâfız Mustafa” lakabıyla tanınırdı.
Denizli hapsi döneminde Üstad Bediüzzaman ve talebelerine dışarıdan büyük yardımlarda bulundu. Hapse girmedi ama bütün varlığıyla hizmetteydi. Mahkeme sürecinde nüfuzunu kullanarak Üstad’ın ve masum talebelerin suçsuzluğuna kefil oldu; bu tavrı beraat kararına giden yolda önemli bir rol oynadı.
Beraatten sonra serbest bırakılan Risale-i Nur kitaplarını Avukat Ziya Sönmez’den teslim alarak Üstad’a ulaştırdı. Daha sonra hacca giderken Üstad’ın kendisine verdiği Osmanlıca külliyatı Mekke’ye götürerek, eserlerin oradan Hindistan’a ulaşıp tercüme edilmesine vesile oldu.
Üstad Hazretleri onun bu gayretini şöyle takdir eder:
“Evet, hâkim-i âdil, Muharrem ve Feyzi ve Hâfız Mustafa, bir-iki senede yirmi sene kadar hizmet-i Nuriyeyi yaptılar; Nurun şakirtlerini ebede kadar minnettar eylediler. Cenâb-ı Hak, onlardan ve beraberlerinde Nura hizmet edenlerden ebeden razı olsun. Âmin.” *(Emirdağ Lâhikası – I)
Hâfız Mustafa, kısa zamanda büyük hizmetler yapan, sessiz fakat tesirli bir Nur kahramanıydı. 1979’da 86 yaşında vefat etti ve Denizli Asrî Mezarlığı’na defnedildi.
Allah ondan ebeden razı olsun.
Süleyman Hünkâr Ağabey (1919-1997)

Aslen Denizli’nin Sarayköy ilçesine bağlı Beylerbeyi köyünden olup, Risale-i Nur dairesine katılmadan önceki hayatında karıştığı hadiseler neticesinde ağır bir mahkûmiyetle Denizli Hapsine girmişti. Koğuşlar arasında "Efe" olarak tanınan, sözü geçen, otoriter bir zat idi. Onun hayatı, Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin Denizli’ye teşrifleriyle köklü bir manevi inkılaba uğradı; Ağabey, adeta tövbe-i nasuhun canlı bir timsali oldu.
Üstad’ın Gelişi ve Efe’nin Koruyucu Kanatları
1943 yılında Üstad Hazretleri ve 126 talebesi Denizli’ye sevk edildiğinde, hapishane idaresi, Üstad’ı tecrit etmek için mahkûmları kışkırtmaya çalıştı.
İdareye Karşı Cesur Duruş:
İdare, Üstad için "Şarktan gelen zararlı bir Bektaşi" propagandası yapıp, mahkûmlara onunla konuşma yasağı koyduğunda, Süleyman Hünkâr Ağabey, bu haksız yasağa karşı sarsılmaz bir duruş sergiledi. "Siz kim oluyorsunuz ki bana emir veriyorsunuz? Ben Denizli'nin Efesiyim... Kiminle konuşup konuşmayacağım sizi ilgilendirmez!" diyerek idarenin baskısını kırmış, böylece Üstad ve Nur talebeleri üzerindeki ilk büyük tehlikeyi bertaraf etmiştir.
Manevî Dönüşüm:
Üstad Hazretleri'ni tanıdıktan sonra, bıçak, kavga, kumar gibi tüm eski kötü hallerini derhal terk etti. Gönenli Mehmed Efendi Hoca'dan Kur'ân-ı Kerim okumayı öğrendi ve o günden sonra abdestsiz gezmemeye, namazlarını aksatmamaya azami gayret etti.
Meyve Risalesi Hizmeti ve Üstad’ın İltifatları
Süleyman Hünkâr Ağabey, sadece bir tövbe örneği olmakla kalmadı, aynı zamanda Nur hizmetinde fiilen kahramanlık gösterdi.
Meyve Risalesi’nin Neşriyatı:
Hapishane şartlarında telif edilen ve büyük bir gizlilikle çoğaltılması gereken Meyve Risalesi'nin (On Birinci Şuâ) hapishane koğuşları arasında güvenle dolaşmasına ve çoğaltılmasına, Efe olarak sahip olduğu nüfuzu kullandı. Onun bu gayreti, eserlerin birçok mahkûmun eline ulaşmasına vesile oldu.
Üstad'ın Kerametli Takdiri:
Üstad Hazretleri, Süleyman Hünkâr Ağabey’in manevi makamını ve hizmetini şu mübarek ifadelerle taltif etmiştir:
Bir defasında, hapishane penceresinden: "Süleyman bizim ziyaretimize gelmedi, biz onun ayağına geldik. Bizi buraya çeken Süleyman'dır." buyurmuştur.
Yine diğer mahkûmlara: "Ne emriniz varsa, Süleyman Hünkâr'dan isteyin" diyerek, onun manevi önderliğini ve güvenilirliğini tescillemiştir.
Tahliye ve Ebedî Sadakat
Süleyman Hünkâr Ağabey, Denizli davasının beraatle sonuçlanmasının ardından, kendi cezasının bir kısmını tamamladıktan sonra, 1950 yılında çıkan genel af ile tahliye oldu.
Tahliyesinin ardından kötü geçmişine asla dönmedi; hayatının sonuna kadar iman ve Kur’an hizmetine sadık kalarak, Risale-i Nur’un hizmetine devam etti. Onun hayatı, Risale-i Nur hakikatlerinin en asi ve zorlu kalplerde dahi, Allah’ın izniyle, köklü ve sarsılmaz bir iman inkılabını nasıl gerçekleştirebileceğinin en canlı ve çarpıcı örneği olmuştur.
Muharrem Ağabey

Muharrem Ağabey, 1943-1944 yıllarında görülen tarihi Denizli Ağır Ceza Mahkemesi davasında Başkatip olarak görev yapmış, makam ve mevkisini iman ve adalet hizmetine adayan mümtaz bir zattır. O, sadece bir devlet memuru değil, aynı zamanda gönül ehli bir insan ve o dönem Denizli'nin en büyük alimlerinden olan Hasan Feyzi Yüreğil Ağabey'in müridiydi. Muharrem Ağabey'in hizmeti, davanın beraatle sonuçlanmasında ve dışarıdaki önemli şahsiyetlerin Nur dairesine girmesinde kilit bir rol oynamıştır.
Hasan Feyzi Ağabey’in İntibahına Vesile Olan Sır
Muharrem Ağabey'in en büyük hizmeti, Üstad Bediüzzaman Hazretleri ile görüşme imkânı bulamayan Hasan Feyzi Ağabey'in Risale-i Nur ile tanışmasına vesile olmasıdır:
Emaneti Ulaştırması:
Denizli Mahkemesi, Bediüzzaman Hazretleri ve talebelerinden el koyduğu Risale-i Nur Külliyatını mahkeme binasında, yed-i emin (güvenilir emanet) olarak tutuyordu. Muharrem Ağabey, Başkatip olarak görevli olduğu için bu eserlere erişim imkanı vardı. O, makamının riskine rağmen, mahkemede bulunan bu nurlu metinleri gizlice alarak, talebesi olduğu Hasan Feyzi Ağabey'e ulaştırmıştır.
İmanın Nura Dönüşü:
Hasan Feyzi Ağabey, Muharrem Ağabey'in getirdiği bu eserleri okudukça, asırlardır beklenen hakikatleri bulduğuna kanaat getirmiş ve tarikattaki şeyhliğini bırakarak Risale-i Nur'a tam bir teslimiyetle bağlanmıştır. Bu durum, Muharrem Ağabey'in hizmetinin, büyük bir alim ve şairin iman dairesine girmesine sebep olması hasebiyle, ne kadar kıymetli olduğunu göstermektedir.
Dava Sürecindeki Fedakârlıklar
Muharrem Ağabey, sadece Risale-i Nur’u dışarıya ulaştırmakla kalmamış, aynı zamanda bizzat davaya da hizmet etmiştir:
Daktilo Temini:
Hapishane içinde Risalelerin çoğaltılması için daktilo ihtiyacı doğduğunda, Üstad ve talebelerin talebi üzerine, Muharrem Ağabey, yine büyük bir risk alarak, daktiloyu temin edip cezaevine gizlice ulaştırmıştır. Bu, onun hizmet aşkının ve fedakârlığının somut bir göstergesidir.
Adalet İçin Gayret:
Başkatip olarak, mahkeme salonunda davanın takibini yapan Muharrem Ağabey, mazlumların beraat etmesi ve adaletin tecellisi için elinden gelen her türlü meşru gayreti göstermiştir.
Üstad'ın İltifatı: "Sıddık Muharrem"
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Muharrem Ağabey'in bu emsalsiz sadakatini ve cesur hizmetini şu mübarek ifadeyle taltif etmiştir:
"Evet, hâkim-i âdil, Muharrem ve Feyzi ve Hâfız Mustafa, bir-iki senede, yirmi sene kadar hizmet-i Nuriyeyi yaptılar." (Emirdağ Lâhikası)
Muharrem Ağabey, makamını ve mevkisini hak ve hakikatin emrine adayan, Risale-i Nur'un en kritik anda bir alime ulaşmasına vesile olan ve "Sıddık Muharrem" unvanıyla anılan, Denizli Hapsi'nin görünmez kahramanlarından biridir.
Denizli Hizmetinde Üç Sadık Zât

Denizli hapsi, Risale-i Nur tarihinin en çetin imtihanlarından biriydi.
Fakat o zor günlerde, görünmeden, gürültüsüz ama büyük bir sadakatle hizmet eden bazı mübarek zâtlar vardı.
Üstad Bediüzzaman onları kısaca anar; fakat bu kısalık, kıymetlerinin azlığından değil, ihlâslarının büyüklüğündendir.
Tahir Çavuş
Üstad’ın Denizli’de kaldığı günlerde, dışarıyla irtibatını gizlice sağlayan, mektupların ulaşmasına vesile olan vefalı bir hizmet eri…
Üstad, Emirdağ Lâhikası’nda ona hususî selâm gönderir.
Zor zamanda yazı ve haber taşımak, o günün şartlarında büyük bir cesaret isterdi.
Tahir Çavuş, bu cesaretiyle “sessiz fedakârlar” halkasında yerini aldı.
Tavaslı Mehmet Çavuş
Tavas çevresinde Nur hizmetini tanıtan, iman hakikatlerinin taşraya ulaşmasına vesile olan ilk isimlerden biridir.
Zor zamanda Üstad’a ve talebelere gönül bağını koparmamış, her türlü baskıya rağmen sadakatini korumuştur.
Üstad’ın “Denizli kahramanları” arasında anılmaya layık bu zât, halkın içinde fakat kalbiyle Nur’a bağlı bir gönül adamıydı.
Tavaslı Molla Mehmet
Üstad, Emirdağ Lâhikası’nda onun kısa fakat “hakikî şükrü ifade eden” mektubundan bahseder.
İlme meyilli, kalbi hizmet aşkıyla dolu bu mütevazı zat, yazdığı o samimi satırlarla Üstad’ın takdirine mazhar olmuştur.
İsmi kısa geçer ama duası ve ihlâsı, Nur dairesinde silinmez bir iz bırakmıştır.
Son olarak:
Denizli, zahiren bir mahkeme ve hapis durağıydı;
lakin hakikatte, Kur’an’ın nurlarının yeniden doğduğu bir hizmet menzili oldu.
Soğuk taş duvarlar, kalemlerin cızırtısıyla ısındı;
karanlık zindanlar, “Meyve Risalesi”nin satırlarıyla aydınlandı.
O gün, bir avuç mü’min, ellerinde ne silah ne kuvvet varken,
sadece kalemle, sabırla ve duayla karanlığa meydan okudu.
Onların sessiz mücadelesi, bir asrı ebede kadar aydınlatacak nurlara vesile oldu.
Bediüzzaman Hazretleri ve o sadık talebeleri,
bize sadece bir iman mirası değil; sabrın, metanetin ve tevekkülün dersini bıraktılar.
Her biri, “Medrese-i Yusufiye”nin taşları arasına birer ışık koydu;
o ışık bugün dahi sönmedi, bilakis nesillerin yolunu aydınlatmaya devam ediyor.
Bizlere düşen, o nurları taşımak, o dersi yaşamak,
ve o büyük hizmet zincirinin bir halkası olmaya niyet etmektir.
Cenab-ı Hak, bu hizmette emeği geçen bütün nur kahramanlarından —
Tahir Çavuştan Hasan Feyzi’ye, Hafız Mustafa’dan Yakup Cemal abilere kadar — ebeden razı olsun.
Ruhları şâd, makamları âlî, hizmetleri daim olsun. Âmin.
Denizli Hapishanesi Sevk Listesi (ULAŞABİLDİĞİMİZ)
Isparta (Toplam: 20)1. Mirzaoğlu Said-i Nursi 2. Hüsrev Altınbaşak 3. Nuri Benli (Bakkal Nuri) 4. Osman Yıldırımkaya (Katip Osman) 5. Ali Gül 6. Mustafa Yıldız 7. Salih Yıldız 8. Mehmet Soylu 9. Hüseyin Beşli 10. Mehmet Tevfik Göksu 11. Abdullah Kılınç 12. Hafız Ali Ergün 13. Tahir Mutlu 14. Sabri Arseven 15. Abdullah Yavaşer 16. Ahmet Okur 17. Mustafa Ertürk 18. Halil Bozkır 19. Abdullah Sualp 20. Ahmet Esen |
Kastamonu (Toplam: 27)1. Mehmet Hakkı Yavuz 2. Mehmet Nuri Acar 3. Osman Türkyılmaz 4. İhsan Ertem (Küreliler) 5. Muhyiddin Yener (Emekli Binbaşı) 6. İhsan Sırrı Kuterdem 7. Emin Uzun 8. Şemsettin Yeşil 9. Mustafa Yelkenci 10. Mustafa Hemdem 11. Selahattin Çelebi 12. Ahmet Nazif Çelebi 13. Hüseyin Kuru 14. Ziya Dilek 15. İzzet Turgut 16. İbrahim Mırmır 17. İbrahim Fakazlı 18. Ahmet Köroğlu 19. Halil Enercan 20. Ömer Lütfi Gedik 21. Zühtü İşeri 22. Mehmet Fevzi Pamukçu 23. Hilmi Seme 24. Mehmet Tevfik Kayaercan 25. Emin Çayır (Kahveci Emin) 26. Sadık Demirelli (Taşköprülü Sadık Efe) 27. Ahmet Dağdeviren | İstanbul (Toplam: 4)1. Salih Suphi Selçuk (Malatya İnhisarlar İdaresi Memuru) 2. Mehmet Öğütçü (Gönenli Mehmed Efendi) 3. Ahmet Cevdet Yazıcıoğlu 4. Mehmet Şerif Eryuvasi (Seyyid Şefik Arvasi Efendi) | Denizli (Toplam: 23)1.Mehmet Uzundemir (Kale) 2. Hasan Eren (Evran) 3. Mehmet Ali Çakıcı 4. Ahmet Savaş 5. Ahmet Akçay 6. Mehmet Boyraci 7. Kadir Soyun (Suyunu) 8. Sami Tüzün 9. Hasan Çiçek 10. Hasan Türk 11. Sadık Gündoğdu 12. Mehmet Ertunç 13. Mehmet Güler(Burdur) 14. Ahmet Fevzi Kul 15. Mehmet Şirin (Aydın) 16. Halil İbrahim Çulluoğlu 17. Mehmet İnce (Muğla) 18. Hasan Atıf Egemen 19. Mustafa Karapınar(Afyon) 20. Mehmet Öbekci 21. Ahmet Kopkop 22. Ahmet Say 23. Rafet Barutçu (Emekli Yüzbaşı, Antalya-Elmalı) |



Yorumlar