KADİM ABİLER

MÜFTÜ AHMET HULUSİ EFENDİ
Müftü Ahmet Hulusi Efendi (1877–1961)
Denizli’nin manevî hafızasında silinmez izler bırakan Müftü Ahmet Hulusi Efendi, 1877 yılında doğdu. Genç yaşta ilim yoluna girerek Arapça ve dinî ilimlerde derinleşti. Denizli Müftülüğü vazifesini uzun yıllar büyük bir vakar ve liyakatle yürüttü.
Kurtuluş Savaşı yıllarında milletin ruhunu diri tutmak adına "Cihad-ı Mukaddes" fetvasını yayımlayarak halkı iman ve vatan müdafaasına teşvik etti. Hem kalemiyle hem kürsüden irşadıyla, hem de yaşantısıyla gerçek bir manevî önder oldu.
Ömrünü Kur’an ve sünnet hizmetine vakfeden Ahmet Hulusi Efendi, ilimle takvâyı birleştiren bir şahsiyet olarak Denizli halkının gönlünde müstesna bir yer edindi. 1961 yılında Hakk’a yürüyen bu aziz insan, ardında ilim ve hizmetle yoğrulmuş bir ömür bıraktı.
.png)
Avukat Yusuf Ziya Sönmez
Denizli’nin iman hizmeti tarihinde adı
hürmetle anılanlardan biri, Avukat Yusuf
Ziya Sönmez’dir. 1943’teki Denizli Mahkemesi’nde Üstadın müdafaasını üstlenmiş, Risale-i Nur’un
hakikatlerini büyük bir cesaretle savunmuştur. Mahkeme heyeti önünde hakkı konuşmaktan çekinmemiş, iman hizmetine karşı yapılan ithamlara hukukî delillerle cevap vermiştir.
Bediüzzaman Hazretleri bu hadiseden sonra Emirdağ Lâhikası’nda şöyle buyurur: “Çoktan beri ruhuma ihtar edilmişti ki: ‘Ziya’ namında birisi Risale-i Nur’a büyük bir hizmet edecek. Bu mesele gösterdi ki, o Ziya bu Ziyadır.”
(Emirdağ Lâhikası)
Üstad’ın bu ifadesi, onun manevî bir işaretle Yusuf Ziya Bey’in hizmetini önceden hissettiğini, sonra da bu gerçekleşince o işareti tasdik ettiğini gösterir. Yusuf Ziya Bey, hayatı boyunca Risale-i Nur’un müdafaasında sebat etmiş, Üstad’ın ifadesiyle “isminin manasına layık bir Ziya” olarak hizmet etmiştir.

Hasan Feyzi Abi
Hasan Feyzi Yüreğil (r.h) 1895 yılında Denizli’nin Yüreğil köyünde dünyaya gel-
miş, hayatını ilme, irfana ve manevî hizme-
te adamış bir muallim, bir şair, bir gönül sultanıdır. Melâmî tarikatından gelen, hem
zahirî ilimlerde hem batınî feyizlerde terak-
ki etmişti. Ancak hakikî nasibi, Risale-i Nur’la tanışmasıyla tecellî etti.
Üstad Hazretleri Denizli’ye getirildiğinde
şehir adeta çalkalanmıştı. “Büyük bir âlim
geldi!” sözü, gönlünde yıllardır beklediği
haberi hatırlattı. Zira şeyhi kendisine vasi-
yet etmişti:
“Ahir zamanın vazifelisi gelecektir. Onu bulursan tabi ol.” Risaleler eline geçince, her satırında o
müjdeyi gördü. Mahkeme zabıt kâtibinden
(muharrem abi) aldığı risaleleri satır satır
okudu, Nurların feyzi kalbine ilmik ilmik
işleniyordu.
Tahliyeden sonra Üstad’ı otelde ziyaret
eder. Haber verilen bütün sıfatları Bediüz-zaman’da görünce heyecanlanır. Vasiyette
tarif edilen zatın kendisi olduğunu, tabi olmak istediğini söyler. Hazret-i Üstad “Yok
kardeşim, ben o değilim, galiba sen yanlış
geldin...” minvalinde cevap verir... Oradan
ayrılan Hasan Feyzi murakabeye başlar. Üstad’ın sözlerini hatırlar : “O zat geldi-
ğinde şu şu vazifeleri yapmak ister. Fakat
onlar içerisinde iman her şeyden üstün ol-
duğu için iman vazifesini esas alır.” Risale-
leri düşünür.
Her bir cümlesi, iman esaslarını şimdiye
kadar görülmedik bir tarzda ispat edip ders
vermektedir.. Veda esnasındaki sahne ve
son cümleler hafızasında tekrarlanır :
”Hocan haklı olabilir, bende öyle birini bekliyorum. İnşaallah risaleleri oku, bera-
ber hizmet edelim, O’na zemin hazırlaya-
lım...” Üstad’ın eli, Hasan Feyzi’nin başını
üç defa mesheder : “O gelince senin başını
‘Maşaallah, Maşaallah, Maşaallah’ diyerek
sıvazlar...”
Tekbir getirip ayağa fırlar. Murakabeden
sıyrılıp kendisiyle konuşmaya başlar : “Şey-
himin dediği gibi ‘Ben o değilim’ diyerek reddetti. ‘O gelince senin başını sıvazlar’
dedi ve sıvazladı, ‘Üç kere Maşaallah der’
dedi, onu da yaptı!... Yahu, bu zat: bana
kendini tarif etmiş!... Şeyhimin haberi
aynen çıkmış işte!... Muhakkak O zat;
Bediüzzaman’dır!” Doğruca Üstad’ın yanına gider. Üstad;
“Geldin mi Hasan, gene mi geldin?” diyerek
tebessümle karşılar. O da elini öpüp Bedi-
üzzaman’a intisap eder.. Şeyhlikten feragat
eder. Müridlerini toplayarak, tarihe ve gö-
nüllere bir şeref levhası gibi düşen ibretli konuşmasını yapar: “Bu tarikat meselesi
benim için burada bitmiştir! Zamanın Mü-
ceddidi buraya geldi, şimdi vazife O’nundur!
Ben Şeyhim’in vasiyetine uyarak O’na tabi
oluyorum, tarikatta kalmak isteyen kendine
şeyh bulsun. Benim arkamdan gelmek iste-
yenler gelsin, Bediüzzaman’a talebe olsun-
lar!...” Şeyhlerinin, şeyhine ve vasiyetine
sadakatinden mest olan müridler de aynı
sadakatle “Peşindeyiz Şeyhim!” deyip izin-
den giderler. Bu tecelli; Büyük Şeyh’in de Nur’a intisabıdır aynı zamanda... Yıllardır tarikat dersi alan müridler; bütün tarikatla-
rın maksudu olan “Hakikat” dersine Risale-i
Nur’ları okuyarak erişirler. Nur’un talebesi ve naşirleri olurlar.. Böylece Denizli’nin manevî iklimi, onun bir asır önce verilen müjdeye kavuşmasıyla nurlandı.
Denizli’nin Nur Kahramanlığı
Üstadın beraatinden sonra, Denizli’de
hizmetler kısa sürede büyüdü. Bu inkişafın
öncüleri arasında Hasan Feyzi Abi vardı.
Üstad ona “Denizli’nin Hüsrev’i” dedi ve sık
sık methetti: -“Hâfız Ali’nin tam bir vârisi...
- Denizli’nin bir Hüsrev’i... - Risale-i Nur’un kahramanlarından...” O, sıradan bir okuyucu değil, Nurların
ruhuna nüfuz eden bir kalemdi. Yazdıkları
Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinden sanki
süzülüp gelirdi. Üstad bir gün Sungur abiye
şöyle buyurdu:
“Senin kalbinin derinliklerinde olan-
lar, Hasan Feyzi’nin gözü önündeydi.” Üstada Bedel Can Adaması
Hasan Feyzi abi de Hâfız Ali abi misullü
Üstadına muhabbetinin en ileri derecesini
gösterdi. Bizzat kendi beyanıyla:
“Dahi nezrim bu ki, canım sana kur-
ban olacak.”
O söz sadece bir temenni değil, kaderin hükmüne dönüşen bir duaydı. Çok geç-
meden, 13 Kasım 1946’da Hakk’a yürüdü.
Bediüzzaman hazretleri, onun vefatını işitti-
ğinde şu cümlelerle ona şehadet mührünü
vurdu: ’’Merhum Hasan Feyzi kardeşimiz,
aynen şehid merhum Hâfız Ali misullü,
bir mektubunda dediği gibi: "Dahi nezrim
bu ki, canım sana kurban olacak!" dedi-
ğini tasdiken üstadına bedel şehid olup,
şehid kardeşi büyük Hâfız Ali'nin yanına
gitmiş. Bu zât-ı zülcenaheyn, ehl-i kalb
ve gayet yüksek bir ehl-i ilim ve hakikat,
otuz sene muallimlik perdesi altında ima-
na hizmet etmiş ve on seneden beri Risale-i Nur'u elde edip, gizli perde altında çalışmış. Sonra da iki sene zarfında doğrudan doğruya Risale-i Nur'un yüksek hakikatlarını ve kemalâtını çekinmiyerek ruhu canıyla herkese ilân etmiştir.
Cenab-ı Hak, Risale-i Nur'un herbir harfine mukabil onun ruhuna ve Âlem-i Berzahtaki Nurcu arkadaşlarının ruhla- rına binler rahmet eylesin. Âmîn, âmîn, âmîn.’’
Hasan Feyzi Ağabey, Denizli'nin iman
hizmeti tarihinde bir güneş gibidir. Onun
teslimiyeti, cesareti ve samimiyeti, Üstada
öyle tesir etmiştir ki: “Benim ikinci bir ruhum hükmünde.” ifadeleri onun hakkında yazılmıştır.
Denizli Defteri’nde adı, “hakikat kahra-
manı” olarak altın harflerle yazılıdır. Tarikat ehlinin rehberi iken hakikat nuruna talebe
oluşu, nesillere bıraktığı en büyük derstir.
Bir Dua, Bir Hatıra, Bir Mühür Onun Üstada yazdığı o ayrılık şiirindeki son beyti, hâlâ Denizli ufkunda yankılanır: “Bab-ı feyzinden ırak olmayı asla çekemem; Dahi nezrim bu ki canım sana
kurban olacak.” O dedi, Rabb-i Rahîm kabul etti.
Denizli toprakları bir Hâfız Ali aldı; arka-
sından bir Hasan Feyzi sümbül verdi. Bu-
gün ise o topraklardan fışkıran yüzlerce,
binlerce hizmet eri, o büyüklerin duasının
meyvesidir. Allah onlardan razı olsun. Allah bizi onların ihlas ve sadakat yoluna layık eylesin.
Amin

HAFIZ ALİ ABİ
Hâfız Ali Ergün (r.h), 1898’de Isparta’nın İslamköy’ünde dünyaya gelmiş, küçük yaş-
ta Kur’ân-ı Kerim’i hıfz ederek ilim yolunda
temayüz etmiştir. Risale-i Nur’la tanıştığı
andan itibaren tüm hayatını Kur’ân’a ve
iman hizmetine vakfetmiş, İslamköy’deki mütevazı evini âdeta bir matbaaya çevirmiştir.
Hâfız Ali Abi (r.h) “Tek başına bir
matbaa, bir fabrika gibi çalışmış, yazdığı on
binlerce sayfa Risale-i Nur bütün Anadoluya yayılmıştır.”
Üstad Bediüzzaman, onun bu fedakârlı-
ğını “Nur Fabrikasının sahibi” unvanıyla
taltif etmiş ve ihlasını şu misalle övmüştür:
“Hafız Ali... ötekinin hattının kendisinden iyi olduğunu söylediğim kemal-i samimiyetle memnun oldu.” Bu hâli, Risale-i Nur talebeliğinin ruhuna nakşolunan “fena fi’l-ihvan” hakikatinin canlı bir misali olmuştur.
Denizli Zindanı: Fedakârlığın Zirvesi
1943 yılında Üstad ile birlikte tutuklanıp
Denizli hapsine sevk edilen Nur talebeleri
arasında Hâfız Ali Abi de bulunmaktaydı.
Hapishanedeki eziyet, açlık, soğuk ve tecrit
şartları içinde bile Hâfız Ali Abi’nin şevki
sönmedi. Kibrit kutularına varıncaya kadar
risale yazdıkları o günlerde, o da bütün
ruhuyla Meyve Risalesi’ni yazmaya koyuldu.
Adeta hapishane bir medrese, bir matbaa oldu.
Bu Medrese-i Yusufiyede Hâfız Ali Ağabey
yalnız yazmakla kalmadı; mahpusların
irşadına da vesile oldu. Denizli’de Nur’un
zuhuruyla katiller bile namaza başlamıştı.
Üstada Bedel Şehadet Üstad zehirlendiğinde hiçbir şey yapamamanın hüznüyle yanan Hâfız Ali Ağabey, koğuştaki abileri toplar ve şöyle dua eder:
“Ya Rab! Eğer Üstadımızın eceli geldiy-
se onun yerine benim canımı al; ona sıh-
hat ver.” Bu samimi yakarışın ardından kısa süre
içinde hastalanır ve 7 Mart 1944’te şehid olur. Bediüzzaman Hazretleri onun hakkında şöyle buyurur:
“Ben merhum Hâfız Ali’yi unutamıyor-
um... Zannederim, o merhum benim ye-
rimde gitti.” Ve yine: Risale-i Nur'un bir şehid kahramanı olan merhum Hâfız Ali, hapiste Meyve Risalesi'ni kemal-i aşkla yazarken ve okurken vefatedip kabirde melaike-i suale mahkemedeki gibi Meyve hakikatlarıyla cevab verdi.
Beraatten Sonra İlk Ziyaret
Denizli beraatinden sonra Üstad hazretlerinin yaptığı ilk iş, Hâfız Ali Abi’nin mezarını ziyaret etmek oldu. Yeşillikler içindeki kabri başında gözyaşlarıyla dua etti ve mezar taşına kendi eliyle şunu yazdı:
“Risale-i Nur Talebelerinin Bayraktarı,
Şehid Merhum Hâfız Ali.”
Bu vefanın semasında bir yıldız parladı;
Üstad onu işaret ederek,
“Bu şehid bir yıldızdır.” buyurdu.
Denizli’nin Ruhunda Bıraktığı Miras Üstad, onun şehadetiyle Denizli hizmetinin inkişaf ettiğini şöyle haber verir:
“Hâfız Ali gitti, Denizli onun yerine geldi.”
“Şehid merhum Hâfız Ali o tarlada toprak altına girdi; otuz-kırk Hâfız Ali’leri sümbül verdi.”
Gerçekten de Denizli, kısa zamanda Nur-
un bir merkezi hâline geldi; mahpushane bir “Medrese-i Nuriye” oldu.
Hâfız Ali ağabey, Risale-i Nur talebeliğinin en parlak simalarından biridir. Hayatı ihlas, sadakat ve tam teslimiyetle örülüdür. Denizli hapsindeki fedakârlığı, duası, Üstad’a bedel şehadeti ve bıraktığı ziyadar miras, asırlara şamil bir kahramanlık timsalidir.
Allah ondan razı olsun. Onun gibi ihlas
kahramanlarının yolundan gitmeyi bizlere
nasip etsin. Âmin.

HESNA ŞENER
1903’te Isparta’nın Senirkent ilçesinde
doğan Hâkime Hesna Şener, Cumhuriyet
döneminin ilk kadın hâkimlerinden biridir.
Fakat onu asıl yücelten, adalet kürsüsünde gösterdiği imanlı duruştur. 1943’te Bediüz-
zaman Said Nursî hazretleri ve talebelerinin
yargılandığı Denizli davasında görev almış,
baskılara rağmen hakkı savunmuş, beraat
kararında imzası bulunan hâkimlerden biri
olmuştur.
O dönemde birçok kişi korku ve menfaat-
le susarken o, vicdanının sesini dinlemişti. Risaleleri okuyup incelediğinde, bu insan-
ların din ve ahlak hizmetinden başka gaye-
leri olmadığını anlamış ve adaletin tara-
fında yer almıştı. Bediüzzaman onun bu cesaretini şöyle taltif etti:
“Ben onun ismini gavsların, kutupların
yanına yazdım; ona ben onlarla beraber
dua ediyorum. Erkekler korktu, ama o kendisini ortaya koyarak Kur’ân davasına taraftar çıktı.”
Bu söz, onun ihlas ve sadakatini gösterir.
Zira Hesna Hanım, mesleğini yalnızca bir
geçim vasıtası değil, hakikatin tecellisine
vesile olacak bir hizmet kapısı olarak görmüştü.
Hayatının geri kalanında da sade bir ömür sürdü, evlenmedi, mesleğinde dürüstlüğüyle tanındı. 1975 yılında vefat ettiğinde geride ne makam ne mal bıraktı; yalnızca
imanla yoğrulmuş bir adalet mirası bıraktı.
Hâkime Hesna Şener, Nur hizmeti tari-
hinde “adil hâkime” olarak anıldı. Onun ha-
yatı bize şunu hatırlatır: Adalet imanla bir-
leştiğinde hakikate dönüşür; niyet ihlasla
birleştiğinde ibadet olur. O da mesleğini bir
ibadete çevirdi, Kur’ân davasına sessiz ama
sarsılmaz bir sadakatle hizmet etti.
Allah ondan razı olsun.
_edited.jpg)
YAKUP CEMAL ABİ
1900 yılında Denizli’nin Moran (bugünkü
Yenibağlar) Köyü’nde doğan Yakup Cemal
Ağabey, genç yaşta Devlet Demiryolları’nda
memur olarak çalışmaya başlamıştı. 1929’da Isparta Kuleönü istasyonunda görev yaparken, kader onu Risale-i Nur’un nuruyla buluşturdu. Barlada bulunan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’ni o yıllarda ziyaret etti ve hayatının yönü tamamen değişti.
Osmanlıca yazı bilen, tertipli, dikkatli bir kimseydi. Üstad İle tanışır tanışmaz Risale-
leri yazmaya başladı. Kalemiyle hizmette o kadar sebat etti ki, neredeyse elli sekiz yıl
boyunca Risale-i Nur’un çoğaltılması ve
neşrine devam etti. Üstad, onun bu yazı
hizmetini çok takdir etmiş ve mektuplarında
ismini “sâdık, gayretli, kalemiyle hizmet
eden kahraman” olarak zikretmiştir.
Bir mektubunda şöyle buyurur:
“Yazıda merhum Âsım’a benzeyen
Yakub Cemal’in hayatta olduğunu ve
Nurlarla hizmet ettiğini gösteren bir
mektubunu aldım, elhamdülillah dedim.”
Bir başka mektubunda ise:
“Kahraman Nazif’in ve Yakub Cemal’in
kanaatlarına biz de iştirak ediyoruz.”
Bu cümleler, Üstad’ın onu hem sadakat
hem basiret yönüyle takdir ettiğini gösterir.
Onun kalemi, bir daktilo değil, âdeta bir
hizmet kandili gibiydi. Geceleri el yazısıyla
Risaleleri çoğaltır, sabah olunca işine giderdi. Polis takibi ve baskılara rağmen hizmetten asla vazgeçmedi.
Denizli Nur hizmetlerinin kökleşmesinde
Yakup Cemal Ağabeyin emeği büyüktür.
1960’ta emekli olduktan sonra da hizmetine devam etti; ömrünün sonuna kadar Risaleleri yazmaya, çoğaltmaya, gençleri bu davaya teşvik etmeye devam etti. 1 Temmuz 1987’de Nazilli’de vefat etti, ardından Denizli Kabristanı’na defnedildi.
Yakup Cemal Ağabey, ömrünü bir kalemle geçirmişti ama o kalem, bir ömürden fazlasını yazdı: Nur’un sadık bir hizmetkârının adını, iman hizmetinin tarihine nakşetti.
Allah ondan razı olsun.

Denizli Hapsi
Denizli Hapsi ve Gayb-Âşina Bir
İşaretin Tecellisi
Denizli hadisesine yol açan, kader-i
İlâhînin ardı ardına sevk ettiği iki kilit
hadise şöyledir:
Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin
çileli hayatının bir zirvesi olan 1943 Denizli
Hapsi, sıradan bir adlî süreç değil, Kader-i
İlâhînin bir hükmü olarak İman ve Kur'an
davasının kaderini belirleyen azametli bir
imtihan-ı Rabbanîydi.
Bu musibetin zahirî sebebi, Risale-i
Nur'un nuranî yayılışından endişe eden zındıka ve siyasi cereyanların kışkırtmalarına dayanırken, manevi ve hakiki sebebi ise büyük bir hakikatin tescil ve tasdikiydi.
Homa Nur Talebeleri, 1943
1) Homa Hadisesi ve Beşinci Şuâ'nın Müsaderesi
Denizli davası, 28-29 Ağustos 1943
günlerinde, Denizli'nin Çivril ilçesine bağlı
Homa nahiyesinde başlamıştır. Olayın fitili,
Atıf Egemen ismindeki bir Nur talebesinin
ve birkaç arkadaşının üzerinde yapılan
aramalarda, el yazma tek bir nüsha Beşinci
Şuâ Risalesi'nin bulunmasıyla ateşlenmişti.
Siyasi Boyutu: Bu küçük hadise, sanki
Türkiye çapında büyük bir siyasi hareket
varmışçasına bir algı oluşturmuş; Ankara
Hükûmeti, yurt çapında Risale-i Nur'la
alâkadar olan herkesi toplattırma emrini
vermiştir.
Beşinci Şuâ'nın Ehemmiyeti:
Bu risale,
bilhassa "ahirzamanda meydana gelecek
dehşetli hadiselere ve şahıslara ait hadîs-i
şerîfleri" ilmi olarak izah eden, son derece
mühim bir eserdir. Bu eserin mahkeme ev-
rakına girmesi, siyasi çevreleri ciddi derece-
de tedirgin etmiştir.
2) Âyetü'l-Kübra'nın Basımı ve Sevk-i İlâhî
Homa Hadisesi'nin olduğu sırada,
Kahraman Tahirî Mutlu Ağabey'in büyük
bir fedakârlıkla İstanbul'da, imanın en
kuvvetli delillerini kâinat kitabını okuyarak
ispat eden o muhteşem "Yedinci Şuâ:
Âyetü'l-Kübra Risalesi'ni eski harflerle
matbaada tab' (basım) etmesi, hadiseyi
fevkalâde bir surette umumîleştirmiştir.
Karışıklığın Sebebi: Ehl-i garaz ve kıs-
kanç çevreler, bu iki hadiseyi birbirine karıştırarak, "Güya Kanun-u Medeniyeye
karşı o Beşinci Şuâ tabedilmiş!" yalanıyla
mahkemeyi ve siyasi baskıyı derinleştirmişlerdir.
Sevk Edilen Kahramanlar: Kastamonu,
Ankara, İstanbul, Isparta, Denizli ve Antalya’dan toplanan (126) seçkin Nur talebesi Denizli’ye nakledilerek, Üstad ile birlikte idam talebiyle yargılanmaya başlanmıştır.
Bu sevk emriyle, beraate vesile olacak olan
Âyetü'l-Kübra eseri, davanın en kritik delili
haline gelmiştir.
Bediüzzaman Hazretlerinin
Denizli Süreci
Denizli Sürgünü ve Hukuk Zaferi
“65 Yaşında Gelen Yeni Bir Çile Durağı”
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin
hayatı, iman ve Kur’an hizmeti uğruna
çekilen çilelerle doludur. Bu çileli yolculu-
ğun en mühim duraklarından biri de Denizli’dir.
1943 yılının ağır siyasî şartlarında, 65
yaşındayken, asılsız suçlamalarla başlatılan
bir soruşturma sonucu Üstad ve talebeleri
Denizli’ye sevk edildi. Tarih 20 Eylül
1943’tü. Bu sevk, yalnız bir mahpusiyet
değil; aynı zamanda Risale-i Nur hizmetinin
yeni bir safhasının başlangıcı olacaktı.
Denizli Hapishanesi:
Tecritte Diriliş Üstad Bediüzzaman, Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanmak üzere tecrit
edilmiş, “ufunetli, rutubetli, soğuk bir koğuşa” konulmuştu. Amaç, onu susturmak ve maneviyatını kırmaktı, Fakat zulmün şiddeti, imanın kudretini daha da parlatmıştı. Üstad, o zindanı bir hizmet mahalline çevirdi.
Bir mektubunda şöyle der:
“Denizli, nazarımızda ikinci bir Isparta
hükmüne geçtiği gibi, hapishanesini dahi bir Medrese-i Nuriye manasında biliyoruz.”
(Emirdağ Lâhikası – I, s. 61)
Zahiren zindan olan bu mekân, onun
nazarında bir tefekkür ve tahkik menziline
dönüşmüştü. Talebelerine (13. Şuadaki
mektuplar gibi) sabır, metanet ve teslimiyet
dersi veriyor; mahpusların kalplerinde iman
nuru uyanıyordu.
Parlayan Nurlar:
Denizli’de Bir Müjde
En ağır şartlar içinde, talebeleri idam
tehdidi altındayken Üstad şöyle muştuladı:
“Merak etmeyiniz kardeşlerim, o Nurlar parlayacaklar.”
(Şuâlar, s. 315)
(Haşiye: Denizli hapsinde söylenmiştir.)
Bu söz, kısa zamanda tahakkuk etti.
Denizli hapishanesi, imanla aydınlandı;
Risale-i Nur’un hakikatleri, zindan karanlı-
ğını nura çevirdi.
Zindanın Meyvesi:
Bir Şaheser Doğuyor
Denizli hapsinin manevî meyvesi, sonradan Asâ-yı Mûsa mecmuasında yer alan ve
on bir meseleden oluşan Meyve Risalesi’dir
(On Birinci Şuâ). Kağıt dahi yasakken,
Üstad bu eseri iki Cuma günü gibi kısa bir
sürede telif etti. Talebeleri, bu risaleyi
gizlice çoğaltarak mahpuslar arasında
yaydılar; hapishane bir ıslahhaneye, bir
Medrese-i Nuriyeye dönüştü. Hukuki Zafer
Dokuz ay süren çileli yargılama, adaletin
tecellisi ile sona erdi. 15 Haziran 1944’te
Denizli Ağır Ceza Mahkemesi, 199/136 say-
ılı kararla oybirliğiyle beraat hükmü verdi.
Bu karar, yalnız sanıkların serbest kal-
ması değil; aynı zamanda Risale-i Nur’un
imanî bir eser olduğunun resmî tescili idi.
İmam-ı Ali (R.A.)'nin Gayb-Âşina İşareti ve Duasının Tecellisi Bu çetin imtihanın manevi ve batınî sırrı ise, Hz. Ali'nin (r.a.) asırlar öncesinden yaptığı gaybî bir işaretle tecelli etmiştir. Üstad
Bediüzzaman Hazretleri'nin de Risale-i Nurda beyan ettiği gibi:
"İmam-ı Ali (R.A.) gayb-aşina nazarıyla
bu risaleyi görmüş, 'Kaside-i Celcelutiye-
sinde bu risalenin ehemmiyetine ve mak-
buliyetine işaret edip
ٰر ّ۪ن َوِب ّ۪ن ِبا َيِت اْلُكْب ى َاِم ى ِمَن اْلَفَجْت
ْل
fıkrasıyla onu şefaatçi yaparak dua
etmiştir."
(Tarihçe-i Hayat - 323)
Bu ifadenin manası, "Âyetü'l-Kübra hür-
metine, beni ansızın gelen felaketlerden emin kıl (kurtar)!" demektir.
İşte bu risalenin mahkemece tedkiki
neticesinde, Denizli ve Ankara Ağır Ceza
Mahkemeleri'nin tedkikatı sonrası ittifakla
beraat kararı vermesi, Hazreti İmam-ı Ali-
nin (r.a.) bu gaybî duasının İlâhî bir kabulü
ve beraatinin Âyetü'l-Kübra vesilesiyle ger-
çekleştiğinin en parlak ispatı olmuştur.
Denizli Hapsi, böylece Âyetü'l-Kübra'nın
delaletiyle, siyasetin zindanından hukukun
ve imanın zaferle çıktığı, tarihe bir mühür
vuran, mukadderatın sırrını taşıyan eşsiz bir imtihan-ı azîm olmuştur
Bediüzzaman hazretleri bu hükmü, şahsî
bir kurtuluştan ziyade, Kur’an’a hizmet
eden bir hakikatin ilânı olarak gördü. Bu
beraat, Nur hizmetinde yeni bir devrin kapı-
sını açtı.
Denizli Şehir Oteli
Beraat Sonrası Denizli’de Kısa Bir
Konaklama
Tahliyeden sonra Üstad, Ankara’dan yeni
bir ikamet emri gelene kadar yaklaşık iki ay
Denizli’de kaldı. Bu süre zarfında Denizli
Şehir Oteli’nde misafir edildi. Burada, sadık
talebeleriyle —bilhassa Hasan Feyzi Yüreğil
ve Avukat Ziya Sönmez gibi abilerle yeniden buluştu. Bu buluşmalar, Nur hizmetinin gönül bağlarını kuvvetlendirdi.
Emirdağ’a Sevk ve Denizli’nin Mirası
Ağustos 1944’te Emirdağ’a sevk edilen
Bediüzzaman Hazretleri’nin Denizli’deki ika-
meti sona erdi; fakat bu şehir, Risale-i Nur
tarihinde daima bir “nur menbaı” olarak
kaldı.
Denizli, yalnız bir hapis ve sürgün durağı
değil; Meyve Risalesi’nin doğduğu, bir hu-
kuk zaferinin kazanıldığı ve nice sadık tale-
belerin yeşerdiği manevî bir merkez oldu.
“Evet, Denizli, zahiren bir zindan; hakikatte bir medrese hükmüne geçti. O zindandan doğan nurlar, bütün memlekete yayıldı.”

Muharrem Ağabey
Muharrem Ağabey, 1943-1944 yıllarında
görülen tarihi Denizli Ağır Ceza Mahkemesi
davasında Başkatip olarak görev yapmış,
makam ve mevkisini iman ve adalet hizme-
tine adayan mümtaz bir zattır. O, sadece bir
devlet memuru değil, aynı zamanda gönül
ehli bir insan ve o dönem Denizli'nin en büyük alimlerinden olan Hasan Feyzi Yüreğil
Ağabey'in müridiydi. Muharrem Ağabey'in
hizmeti, davanın beraatle sonuçlanmasında
ve dışarıdaki önemli şahsiyetlerin Nur dai-
resine girmesinde kilit bir rol oynamıştır.
Hasan Feyzi Ağabey’in İntibahınaVesile Olan Sır
Muharrem Ağabey'in en büyük hizmeti,
Üstad Bediüzzaman Hazretleri ile görüşme
imkânı bulamayan Hasan Feyzi Ağabey'in
Risale-i Nur ile tanışmasına vesile olmasıdır:
Emaneti Ulaştırması
Denizli Mahkemesi, Bediüzzaman Hazretleri ve talebelerinden el koyduğu Risale-i Nur Külliyatını mahkeme binasında, yed-i emin (güvenilir emanet) olarak tutuyordu.
Muharrem Ağabey, Başkatip olarak görevli
olduğu için bu eserlere erişim imkanı vardı.
O, makamının riskine rağmen, mahkemede
bulunan bu nurlu metinleri gizlice alarak, talebesi olduğu Hasan Feyzi Ağabey'e ulaştırmıştır.
İmanın Nura Dönüşü
Hasan Feyzi Ağabey, Muharrem Ağabeyin getirdiği bu eserleri okudukça, asırlardır
beklenen hakikatleri bulduğuna kanaat getirmiş ve tarikattaki şeyhliğini bırakarak
Risale-i Nur'a tam bir teslimiyetle bağlan-
mıştır. Bu durum, Muharrem Ağabey'in hizmetinin, büyük bir alim ve şairin iman dairesine girmesine sebep olması hasebiyle, ne
kadar kıymetli olduğunu göstermektedir. Dava Sürecindeki Fedakârlıklar Muharrem Ağabey, sadece Risale-i Nur’u dışarıya ulaştırmakla kalmamış, aynı zamanda bizzat davaya da hizmet etmiştir:
Daktilo Temini
Hapishane içinde Risalelerin çoğaltılması
için daktilo ihtiyacı doğduğunda, Üstad ve
talebelerin talebi üzerine, Muharrem
Ağabey, yine büyük bir risk alarak, daktiloyu temin edip cezaevine gizlice ulaştırmıştır.
Bu, onun hizmet aşkının ve fedakârlığının
somut bir göstergesidir.
Adalet İçin Gayret
Başkatip olarak, mahkeme salonunda
davanın takibini yapan Muharrem Ağabey,
mazlumların beraat etmesi ve adaletin tecel-
lisi için elinden gelen her türlü meşru gay-
reti göstermiştir.
Üstad'ın İltifatı:
"Sıddık Muharrem"
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri,
Muharrem Ağabey'in bu emsalsiz sadakatini
ve cesur hizmetini şu mübarek ifadeyle taltif etmiştir:
"Evet, hâkim-i âdil, Muharrem ve Feyzi
ve Hâfız Mustafa, bir-iki senede, yirmi
sene kadar hizmet-i Nuriyeyi yaptılar."
(Emirdağ Lâhikası)
Muharrem Ağabey, makamını ve mevkisini
hak ve hakikatin emrine adayan, Risale-i
Nur’un en kritik anda bir alime ulaşmasına
vesile olan ve "Sıddık Muharrem" unvanıyla anılan, Denizli Hapsi'nin görünmez kahramanlarından biridir.

Süleyman Hünkâr Ağabey
Aslen Denizli’nin Sarayköy ilçesine bağlı
Beylerbeyi köyünden olup, Risale-i Nur
dairesine katılmadan önceki hayatında karıştığı hadiseler neticesinde ağır bir mahkûmiyetle Denizli Hapsine girmişti. Koğuşlar arasında "Efe" olarak tanınan, sözü geçen, otoriter bir zat idi. Onun hayatı, Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Denizli’ye teşrifleriyle köklü bir manevi inkılaba uğradı; Ağabey, adeta tövbe-i nasuhun canlı bir timsali oldu.
Üstad’ın Gelişi ve Efe’nin Koruyucu Kanatları
1943 yılında Üstad Hazretleri ve 126 talebesi Denizli’ye sevk edildiğinde, hapishane idaresi, Üstad’ı tecrit etmek için mahkûmları kışkırtmaya çalıştı. İdareye Karşı Cesur Duruş
İdare, Üstad için "Şarktan gelen zararlı
bir Bektaşi" propagandası yapıp, mahkûmlara onunla konuşma yasağı koyduğunda,
Süleyman Hünkâr Ağabey, bu haksız yasağa karşı sarsılmaz bir duruş sergiledi. "Siz kim oluyorsunuz ki bana emir veriyorsunuz? Ben Denizli'nin Efesiyim... Kiminle konuşup konuşmayacağım sizi ilgilendirmez!"
diyerek idarenin baskısını kırmış, böylece
Üstad ve Nur talebeleri üzerindeki ilk büyük
tehlikeyi bertaraf etmiştir.
Manevî Dönüşüm
Üstad Hazretleri'ni tanıdıktan sonra, bıçak, kavga, kumar gibi tüm eski kötü hallerini derhal terk etti. Gönenli Mehmed Efendi Hoca'dan Kur'ân-ı Kerim okumayı öğrendi ve o günden sonra abdestsiz gezmemeye, namazlarını aksatmamaya azami gayret etti.
Meyve Risalesi Hizmeti ve Üstad’ın İltifatları
Süleyman Hünkâr Ağabey, sadece bir tövbe örneği olmakla kalmadı, aynı zamanda Nur hizmetinde fiilen kahramanlıkgösterdi.
Meyve Risalesi’nin Neşriyatı Hapishane şartlarında telif edilen ve büyük bir gizlilikle çoğaltılması gereken Meyve Risalesi’nin (On Birinci Şuâ) hapishane koğuşları arasında güvenle dolaşmasına ve çoğaltılmasına, Efe olarak sahip olduğu nüfuzu kullandı. Onun bu gayreti, eserlerin birçok mahkûmun eline ulaşmasınavesile oldu.
Üstad'ın Kerametli Takdiri
Üstad Hazretleri, Süleyman Hünkâr Ağa-
bey’in manevi makamını ve hizmetini şu mübarek ifadelerle taltif etmiştir:
Bir defasında, hapishane penceresinden:
"Süleyman bizim ziyaretimize gelmedi, biz
onun ayağına geldik. Bizi buraya çeken
Süleyman’dır." Buyurmuştur.
Yine diğer mahkûmlara: "Ne emriniz var-
sa, Süleyman Hünkâr'dan isteyin" diyerek,
onun manevi önderliğini ve güvenilirliğini
tescillemiştir.
Tahliye ve Ebedî Sadakat
Süleyman Hünkâr Ağabey, Denizli dava-
sının beraatle sonuçlanmasının ardından,
kendi cezasının bir kısmını tamamladıktan
sonra, 1950 yılında çıkan genel af ile tahliye oldu.
Tahliyesinin ardından kötü geçmişine as-
la dönmedi; hayatının sonuna kadar iman ve Kur’an hizmetine sadık kalarak, Risale-i Nur’un hizmetine devam etti. Onun hayatı,
Risale-i Nur hakikatlerinin en asi ve zorlu kalplerde dahi, Allah’ın izniyle, köklü ve sarsılmaz bir iman inkılabını nasıl gerçekleştirebileceğinin en canlı ve çarpıcı örneğiolmuştur.
_.png)
Hâfız Mustafa
(Mustafa Hilmi Kocayaka)
1893’te Burdur’un Kocayaka Köyü’nde
doğan Hâfız Mustafa, zahire ticareti ve
maden eksperliğiyle uğraşan, Denizli’nin
dürüst ve itibarlı tüccarlarından biriydi.
“Yakalı Hâfız Mustafa” lakabıyla tanınırdı.
Denizli hapsi döneminde Üstad Bediüz-
zaman ve talebelerine dışarıdan büyük yar-
dımlarda bu-lundu. Hapse girmedi ama bü-
tün varlığıyla hizmetteydi. Mahkeme süre-
cinde nüfuzunu kullanarak Üstad’ın ve ma-
sum talebelerin suçsuzluğuna kefil oldu; bu
tavrı beraat kararına giden yolda önemli bir
rol oynadı. Beraatten sonra serbest bırakılan Risale-iNur kitaplarını Avukat Ziya Sönmez’den teslim alarak Üstad’a ulaştırdı. Daha sonra
hacca giderken Üstad’ın kendisine verdiği
Osmanlıca külliyatı Mekke’ye götürerek,
eserlerin oradan Hindistan’a ulaşıp tercüme
edilmesine vesile oldu.
Üstad Hazretleri onun bu gayretini şöyle takdir eder: “Evet, hâkim-i âdil, Muharrem ve
Feyzi ve Hâfız Mustafa, bir-iki senede
yirmi sene kadar hizmet-i Nuriyeyi
yaptılar; Nurun şakirtlerini ebede kadar minnettar eylediler. Cenâb-ı Hak, onlardan ve beraberlerinde Nura hizmet edenlerden ebeden razı olsun. Âmin.”
(Emirdağ Lâhikası – I)
Hâfız Mustafa, kısa zamanda büyük hizmetler yapan, sessiz fakat tesirli bir Nur kahramanıydı. 1979’da 86 yaşında vefat etti ve Denizli Asrî Mezarlığı’na defnedildi. Allah ondan ebeden razı olsun.

Denizli Hizmetinde
Üç Sadık Zât
Denizli hapsi, Risale-i Nur tarihinin en
çetin imtihanlarından biriydi. Fakat o zor
günlerde, görünmeden, gürültüsüz ama büyük bir sadakatle hizmet eden bazı mübarek zâtlar vardı. Üstad Bediüzzaman onları kısaca anar; fakat bu kısalık, kıymetlerinin azlığından değil, ihlâslarının büyüklüğündendir.
Tahir Çavuş
Üstad’ın Denizli’de kaldığı günlerde, dışarıyla irtibatını gizlice sağlayan, mektupların
ulaşmasına vesile olan vefalı bir hizmet eri...
Üstad, Emirdağ Lâhikası’nda ona hususî
selâm gönderir. Zor zamanda yazı ve haber
taşımak, o günün şartlarında büyük bir cesaret isterdi. Tahir Çavuş, bu cesaretiyle
“sessiz fedakârlar” halkasında yerini aldı.
Tavaslı Mehmet Çavuş
Tavas çevresinde Nur hizmetini tanıtan,
iman hakikatlerinin taşraya ulaşmasına ve-
sile olan ilk isimlerden biridir.
Zor zamanda Üstad’a ve talebelere gönül
bağını koparmamış, her türlü baskıya rağmen sadakatini korumuştur.
Üstad’ın “Denizli kahramanları” arasında
anılmaya layık bu zât, halkın içinde fakat
kalbiyle Nur’a bağlı bir gönül adamıydı.
Tavaslı Molla Mehmet
Üstad, Emirdağ Lâhikası’nda onun kısa
fakat “hakikî şükrü ifade eden” mektubundan bahseder.
İlme meyilli, kalbi hizmet aşkıyla dolu bu
mütevazı zat, yazdığı o samimi satırlarla
Üstadın takdirine mazhar olmuştur.
İsmi kısa geçer ama duası ve ihlâsı, Nur
dairesinde silinmez bir iz bırakmıştır.
Son Olarak:
Denizli, zahiren bir mahkeme ve hapis
durağıydı; lakin hakikatte, Kur’an’ın nurla-
rının yeniden doğduğu bir hizmet menzili
oldu. Soğuk taş duvarlar, kalemlerin cızırtısıyla ısındı; karanlık zindanlar, “Meyve Risalesi’nin satırlarıyla aydınlandı.
O gün, bir avuç mü’min, ellerinde ne si-
lah ne kuvvet varken, sadece kalemle, sabırla ve duayla karanlığa meydan okudu.
Onların sessiz mücadelesi, bir asrı ebede
kadar aydınlatacak nurlara vesile oldu.
Bediüzzaman Hazretleri ve o sadık talebeleri, bize sadece bir iman mirası değil;
sabrın, metanetin ve tevekkülün dersini
bıraktılar. Her biri, “Medrese-i Yusufiye”nin
taşları arasına birer ışık koydu; o ışık bugün dahi sönmedi, bilakis nesillerin yolunu aydınlatmaya devam ediyor.
Bizlere düşen, o nurları taşımak, o dersi
yaşamak ve o büyük hizmet zincirinin bir
halkası olmaya niyet etmektir. Cenab-ı Hak,
bu hizmette emeği geçen bütün nur kahramanlarından —Tahir Çavuş’tan Hasan
Feyzi’ye, Hafız Mustafa’dan Yakup Cemal
abilere kadar— ebeden razı olsun.
Ruhları şâd, makamları âlî,
hizmetleri daim olsun. Âmin